Transatlantik ilişkilerde öncelikler farklılaşması Zarrab’da kristalleşiyor
Ilhan Tanir, Washington DC
ABD-Erdoğan hattındaki ‘fırtınanın’ ilk hafta analizi ve evrildiği yönü üzerine bir deneme
ABD ve Türkiye ilişkileri açısından fırtına gibi bir haftayı
geride bıraktık. Bu hafta içinde iki ülke başkentleri arasında hemen her gün
krizi daha da derinleştiren gelişmeler yaşandı.
‘Gerilim’ dolu ”roller coaster” ABD-Erdoğan hattı
Farklı bir mesleğe sahip ve gün içinde sınırlı saatlerde
uluslararası ilişkileri takip edebilen bir vatandaş için diplomasinin
inceliklerini izleyip, gramla ölçülen kelimelerden bir sonuç çıkarmak çoğu
zaman sıkıcı gelmesi normaldir. Ama iş Erdoğan ile Washington, AKP yetkilileri
ile ABD arasındaki ilişkilere gelince karşımızda İngilizce’de ‘’roller
coaster’’ dedikleri, hızlı tren iniş çıkışlarına benzer bir ilişki yumağı
çıkıyor. Dolayısı ile de o bilinen ‘sıkıcı’ diplomasi ilişkilerinin yerini
heyecanla izlenen bir gerilim filmi alıyor.
Geçtiğimiz hafta sonu ikinci konsolosluk çalışanının
tutuklanmasının ardından, Pazar günü, 8 ekim tarihinde, ABD tarihte eşi
görülmemiş bir kararla vizeleri askıya aldığını ilan etmişti. Bunun ardından
Cumhurbaşkanı Erdoğan önce Ukrayna’da konuyu ‘soğutmaya’ almış, Salı günü ise
Sırbistan’da biraz daha artan bir tepki vermişti. Tepkiler ABD’nin Ankara’daki
Büyükelçisi John Bass’e yoğunlaşarak, bu diplomat ‘günah keçisi’ olarak
bulunmuştu.
Erdoğan, Trump’ın saygınlığını koruduğunu iddia etti
Ankara’nın icad ettiği bu ‘soruna’ göre Başkan Trump,
ilişkileri sabote eden başta Büyükelçi Bass olmak üzere, bir dizi Obama
yönetimi yetkilisinin elinde ‘mağdur’ idi. Öyle ki, Sırbistan gezisi dönüşü
uçakta, hükümetle iyi geçinen medya mensuplarına yaptığı açıklamada,
Büyükelçiye gösterdiği tepki ile ABD Dışişleri Bakanı ve Başkan Trump’ın
saygınlığını koruduğunu ilan ediyordu ve şöyle diyordu: ‘’bu büyükelçi iki ülke
arasında bir krize neden olacak ve bu krizi bir büyükelçi yönetecek. Böyle bir
şey, Bakan’ın kendi durumunu da zayıflatır. Hele hele Başkan’a da saygısızlık
olur.’’
Aynı gün Washington’da, Foggy Bottom’da podyuma çıkan ABD
Dışişleri Sözcüsü Heather Nauert ise, tam tersine, Bass’in tamamen Beyaz Saray,
Ulusal Güvenlik Konseyi ve Dışişleri Bakanlığı ile koordine olarak işlerini
yürüttüğünü, Bass’in ABD’nin en iyi büyükelçilerinden biri olduğunu ve Beyaz
Saray ile Dışişleri’nin yüzde yüz arkasında olduğunu söyleyerek, ‘kendi
saygınlığımızı kendimiz koruruz’ mesajını verdi.
Büyük bir kısmı Türkiye’ye ayrılan Salı günkü basın
toplantısında ‘çok derinden rahatsısız’, ‘derinden kaygılıyız’ ‘Türk hükümeti
ne başarmaya çalışıyor’ ‘Türk hükümetinin motivasyonları nedir’ veya ‘oralarda
neler oluyor anlamıyoruz’ gibi seslenişler Ankara’ya gidiyordu.
Ayrıca, Erdoğan’ın yerden yere vurduğu Bass’in, ABD’nin en
gözde ve zorlu ülkesi Afganistan’a atandığını, bir başka deyişle Ankara’dan 3
yıl sonra ayrılırken ‘promosyon’ ile ayrıldığını, bunun da Trump yönetimi
tarafından da Bass’in beğenildiğini ve desteklendiğini hatırlatmak gerekir.
‘Vize krizinin aşılabilmesi için Türkiye’den talebi’
sorulduğunda Sözcü Nauert’in ‘tutuklanan Metin Topuz’un avukatlarına ulaşımı
iyi bir başlangıç olabilir’ sözünün Cuma günü itibariyle yerine geldiği Türkiye’nin
yerel basınında yer alsa da, bu krizin çözümü için bunun yeterli olup,
olmayacağı henüz belli değil.
Zaten hem Salı hem de Perşembe günkü basın toplantılarında
Sözcü Nauert, kendi çalışanları ve ABD vatandaşları dışında da ‘200 bine yakın
insanın’ tutuklandığı ve gözaltına alındığını ve bunların da suçlamalarının
yine darbe veya Gülencilik olduğunu dile getirmesi, Türkiye’de tutuklu bulunan
bunca kişinin çoğunun tutukluluk gerekçelerine inanmadığını da ima ediyordu. Bu
açıdan söylemekte bir zarar olmasa gerek: Bu kriz sürdükçe, daha önce
Türkiye’deki bu tutuklamalara fazlaca ses çıkarmamış ABD’nin Türkiye’deki
farklı hak ihlallerine daha çok ses çıkarması da muhtemel.
Beyaz Saray’da K.Kore, İran ve Türkiye masaya yatırılıyor..
Salı günü devam ederken bir taraftan WSJ’nin Türkiye’deki
muhabiri Ayla Albayrak’ın 25 ay hapse mahkum edildiği haberleri gelirken, diğer
taraftan Beyaz Saray’da Trump’ın topladığı Savunma Bakanı Mattis ve Dışişleri
Bakanı Tillerson ile K.Kore, İran ve Türkiye’nin masaya yatırıldığı ifade
edildi. Türkiye’nin mevzu bahse geldiği toplantının diğer aktörlerinin Trump’ın
‘en büyük düşmanları’ olduğunu sanırım yeniden vurgulamaya gerek yoktu.
Krizin dördüncü günü yapılan telefon görüşmesi
Haftanın ortasında, Çarşamba günü, krizin patlamasından dört
gün sonra nihayet ABD Dışişleri Bakanı Tillerson, Türk Dışişleri Bakanı
Çavuşoğlu’nun telefonuna çıkıyordu. Ne varki konuşma konularını özetleyen ABD
Dışişleri Bakanlığı açıklaması oldukça soğuktu. Tillerson’ın Çavuşoğlu’na
Amerikan ”diplomatik misyonlarında çalışan Türk çalışanların ve bazı Amerikan
vatandaşların tutuklu kalmasından dolayı derin endişeleri” ve ”Türk hükümetinin
yaptığı bu suçlamalarda şeffaflığın öneminden” ve ”Türk hükümetinin bu
suçlamaların arkasındaki kanıtları göstermesi ihtiyacını” Türk bakan
Çavuşoğlu’na ”ilettiği” belirtiliyordu. Tilleron, Çavuşoğlu ile ”Amerikan
endişelerini karşılamak üzere” irtibatta kalacaklarını ekliyordu. İçinde vize
krizinin ne zaman biteceğinden veya bitmesi arzusundan bahsedilmeyen, olumlu
hiçbir cümleye yer verilmeyen bir açıklama idi.
İncirlik’in boşaltılması, Türkiye’nin ortadoğulaşması..
Aynı gün the American Interest siyasi yorum sitesinde
Türkiye uzmanı Henri Barkey, yazdığı bir analizde, IŞİD ile savaş biter bitmez,
Türkiye’de bulunan ve Türkiye’nin elindeki en büyük koz olarak kabul edilen
İncirlik üssünün boşaltılabileceği haberi veriliyordu. Bu, hiç şüphesiz
Amerikan politika yapıcıları ve yorumcularının arasında sürekli konuşulmaya
başlanan ve giderek daha çok kabul gören bir anlayışın da yankısı idi. Nitekim
aynı gün Financial Times’da bir yazı yayınlayan Obama dönemindeki en kıdemli
yetkililerinden Philip Gordon ve FP’de analiz yayınlayan Türkiye uzmanı Steven
A. Cook da, farklı kelimelerle, Türkiye’nin artık Batı ile ne değer ne çıkar
işbirliğinin kaldığını, bundan dolayı Türkiye’ye bu ‘yeni Türkiye’ şartlarında
yaklaşılmasını tavsiye ediyorlardı.
Atlantik ilişkilerinde öncelikler farklılaşması Zarrab’da
kristalleşiyor
Amerikan siyası elitinin etkili uzmanlarının Türkiye’nin
kaderini konuştuğu ve değerlendirdiği bu günlerde ise Türkiye’nin lideri
Erdoğan, Reza Zarrab’ın durumundan dem vurmayı seçiyor, böylece Atlantik’in her
iki yakasındaki önceliklerin ne kadar farklı olduğunu da gözler önüne
sürüyordu.
Perşembe günü Türkiye’nin valilerine yaptığı 50 dakikalık
konuşmanın büyük çoğunluğunda da bazen ismini verip, diğer zamanlar vermeden
Erdoğan, ABD’ye çok ağır suçlamalar getiriyordu. Bunların içinde, Washington’ın
planlı şekilde Türkiye’yi güneyden kuşattığını ileri sürerek, en önemli, süper
güç müttefik ülkeyi Türkiye’nin varlığına bir tehdit olarak tasvir etmek
ağırlıkta idi.
Haftanın ortasında Erdoğan, yine Türkiye’den yaptığı
konuşmalarda vatandaş Rıza’nın ‘itirafçılığa’ zorlandığını haber veriyordu.
Tesadüf olmadığı çok açık olan bu ‘haberin’, yani Erdoğan’ın ‘itirafçılık’
olarak adlandırdığı ama gerçekte, federal davalarda çokça görülen ve sanıkların
suçlamalardan bazılarını üslenerek, yani ‘suçluyum’ diyerek, ve ABD savcılığına
da, işlerine yarayacak bilgileri vererek, alacağı hapis cezalarını ciddi
şekilde düşürmesine yarayan bir sistemin gündemde olduğunu söylüyordu.
Washington’dan Zarrab suçlamalarına cevap mı?
Erdoğan’ın ABD’yi ağır şekilde suçladığı ve Zarrab’ın
‘itirafçılığa’ zorlandığını söylediğinden bir gün sonra, bu kez Washington
Post’un ABD’deki askeri, istihbarat kurumları ile yakından ilişkili olarak
bilinen ve 2009 yılında zamanın Başbakanı Erdoğan’ın Davos’ta ‘one minutes’
oturumunun da moderatörlüğünü yapmasıyla Türkiye’de ünlenen David Ignatius,
yazdığı yazıda Reza Zarrab ile ilgili olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın daha önce
hiç duyulmamış ‘olağanüstü’ gayretlerinin ayrıntıları ile yazdı.
Ignatius’un ilk defa dile getirdiği ve Ankara tarafından da
yalanlanmayan bu bilgilerden anlaşıldığına göre Erdoğan, dünyanın süper gücünün
başkan yardımcısı ile yaptığı 90 dakikalık görüşmenin yarısını Zarrab’ı
kurtarmak için harcadı. Dahası, Erdoğan, dünyanın süper gücünün başkanı Obama
ile görevden ayrılmadan yaptığı son iki telefon görüşmesinde de yine Zarrab’ın
serbest bırakılması için bolca vakit harcadı. Hatta ‘First Lady’ Emine Erdoğan
dahi Biden’ın eşine Zarrab’ın serbest bırakılması gerektiğini ifade ettiği
anlaşılıyor.
Anlaşılan o ki, darbe girişiminden sadece 2 ay sonra ABD
Başkan yardımcısı ile yapılan toplantıda Fethullah Gülen değil, Zarrab talep
edilmiş. Gülen’in konusunun açılıp, açılmadığı, açıldı ise ne kadar gündemde
kaldığı ise yazıdan anlaşılmıyor.
Kasım 27’si yaklaşırken…
Kasım ayının 27’sinde başlaması beklenen ‘Büyük Jürili’
yargılamanın öncesinde ilişkilerin daha da zorlaşacağı, Erdoğan’ın daha da
büyük tepkiler verebileceği öngörülmeli. Zarrab’ın ‘konuşacağı’ yolundaki
endişeler arttıkça, bunun Erdoğan’ı daha da sert bir pozisyona savurduğu
anlaşılıyor. Belki bu savurmak değil, bu davadan saçılabilecek skandallara
karşılık Erdoğan’ın kamuoyunu hazırlaması bu.
Zarrab’ın ‘konuştuğu’ takdirde yalnız başına kalmak
istemeyecek aynı davadan tutuklu Halkbankası Genel Müdür Yardımcısı Mehmet
Hakan Atilla da hesaba katılmalı. Bir anlamda ‘çifte vuruş’ tehdidi bulunuyor.
Follow @AlpWebSite

Tweetle
